barda (h'kaye)
bu kadını tanıyorum. yani aslında tanımıyorum. ama hep görüyordum. hani vardır, bilirsiniz. sokakta yürürken, bir yerde otururken, bir şeyler yaparken hep denk gelen insanlar. aynı durağın insanları. zamanla bir “tanıdıklık” hissi oluşur. aynı yollarda yürürken yabancıdır da, yabancı bir memlekette görseniz durur halini hatırını sorarsınız.
"seninle gerçekten uğraşamam. arama beni. bitti!" dedi adam. masadan kalktı. kadının suratına bile bakmadı. bense son on dakikadır gözlerimi kadının üzerinden alamıyordum. kadın içini çekmeye başladı. alt dudağı büküldü. ağlamamak için yüzünü tavandaki ucuz lambaya çevirdi. nefesini tuttu. sanki göz yaşları nefesle ilişkiliydi. masada duran birasından bir yudum aldı. işe yaramadı. göz yaşları yanaklarından aşağı süzülmeye başladı. rimelleri beyaz yanaklarını kirletiyordu. ne yapacağını ya da nereye gideceğini bilmiyordu.
iki masa yanında oturuyordum. aramızdaki masa boştu. saat erkendi. bu saatte bu bara benim gibi birkaç gündüz müdavimi dışında pek gelen olmaz zaten. yaşlı bir kadın var mesela. kısa beyaz saçlı, bir ayağı aksak, kimseyle konuşmadan bir bardak şarabını alır, kenarda içer, bazen bir gazete okur, bazen sadece bardağa bakar ve kalkıp sessizce gider. sakat oğlunu getiren bir baba var. oğlu benim yaşlarımda. konuşamıyor. bilirsiniz. sadece orada olduğunu ispat etmek istercesine sesler çıkarıyor. adam iki bira alıyor. oğluna bir yandan bir şeyler anlatırken diğer yandan iki birayı da kendisi içiyor. havalı bir şapkası var adamın. oğlunun tekerlekli sandalyesi.
o yüzden bu saatte, bu barda, bu ayrılık beklenmedikti. bir şekilde düzeni bozuyordu. bizim kendi dandik eylemsiz öğleden sonrası sarhoşluğumuzun içinde tutarsızdı.
kadın sessizleşti. durgunlaştı. yanaklarındaki rimel lekeleri onu ya da bizi rahatsız etmiyordu. sessizce orada oturuyor ve ellerine bakıyordu. ellerine bakmıyordu bu kadın. hayır. bileklerine bakıyordu. sol bileğinin içine. bunu biliyorum. nereden bildiğimin bir önemi yok. önemli olan, bir insan eğer sessizce sol bileğinin içine bakıyorsa, onu kesmek üzerine planlar yapıyordur. ve bu konuda da gayet ciddi olabilir.
eşi dünyaya gelmemiş bir geri zekalı olarak üzerime hiç vazife olmayan vazifemi yerine getirmek üzere, biramı alıp az önce adamın kalktığı yere oturdum. kadının çok umurunda olduğunu söyleyemem.
kadının bileğini nazikçe çevirdim. daha doğrusu bileği masaya gelecek şekilde düzelttim de denebilir. her neyse. kadının bileğiyle olan göz kontağı kesilince biraz toparladı. yüzüme baktı. kalkıp kalkmamak arasında kararsızdı bence. ben de olabildiğince hadsizdim.
"tamam bir planım yoktu aslında, sadece bileklerini kesmeni istemedim kusura bakma", dedim.
“seni görmüştüm” dedi. aynı farkındalıklarımız vardı bizim.
“anlatmak istemezsen hiç sorun değil ama az önce ne oldu? kimdi o giden adam?”
“beş yıllık sevgilim. ayrıldık.”
“onu fark ettim ama neden peki?”
“bilmem, artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. hep tekrar eden monoton bir hayat. renksiz ve gri. eski heyecan, eskiden yaptığı sürprizler, o tutku bilirsin işte. artık başka birisi gibiydi. bunu sana neden anlatıyorum ki? kusura bakma.”
“çünkü seni dinledikten sonra unutacağım. seni tanımıyorum ve bende bozabileceğin bir imajın yok. yani sanırım bu yüzden yabancılara daha rahat anlatırız değil mi?”
“bilmem. ben kimseye çok anlatmam aslında. -durdu, konuşup konuşmamakta bir an tereddüt etti, sonra devam etti- ya eskiden çok tutkuluyduk. heyecanlıydık, planlar yapardık birlikte. şimdi çok değişti. artık onu tanıyamıyorum ve artık mutlu değilim. bunu ona bir süredir söylüyordum ama bir şey değişmedi. ne o eskisi gibi tutkulu, ne de ben mutluyum. her şey çok sıradan.”
sessizce oturmaya devam ettim. biraz durumu tartıyordum. ikimizin de biraz daha oturmaya yetecek birası vardı.
bu tip insanların birkaçını önceden tanımıştım. ben onlara müşteri diyorum. bir taksiye binerler, adresi söylerler ve yolun tüm sorumluluğunun taksiciye bırakırlar. yol boyunca trafiğe yayalara ya da çalan müziğe söylenirler ve yolun sonuna yaklaşırken anlarsınız ki taksiye verecek paraları bile yoktur bu insanların. taksici onları çoğu zaman bu kadında olduğu gibi arabadan atar. onlar da bindikleri bir sonraki takside bir önceki taksicinin ne kadar kaba olduğunu anlatıp dururlar. bu hiç bitmez.
"bir şey sorabilir miyim?" dedim. cevap vermedi ama başını kaldırıp yüzüme baktı. "neden sen mutlu olamıyorsun?" diye sordum.
"işte şimdi onun gibi konuştun" dedi. yüzünde alaycı ve umursamaz bir gülümseme belirdi. kayboldu. bu bir hakaret miydi? vazgeçmişlik mi yoksa umursamazlık mı? hepiniz aynısınız sözü bir genelleme midir yoksa tespit mi? kimiz ulan hepimiz?
"yok öyle değil. ya da öyle, bilmiyorum. ama merak ettiğim şey neden hayatta mutlu olman o adamın ya da bir başkasının yaptıkları ya da yapmadıklarıyla ilgili ki?"
biraz durdu. bakışları gözlerimi aşıp, beynimin içinde bir noktaya bakıyordu. acaba içeride ne görüyor diye merak ettim.
"nasıl yani?" dedi. eliyle yanağını silme zahmetine girmesinden, ilgisini çektiğine inandım. aslında ağlamasa çok güzel bir yüzü vardı. yan profilden baktığımda ya da gelip geçerken işte fark etmemiştim. yüzünün fark edilmesine engel ilgi çekici yanları vardı.
“yani diyorum ki, neden senin mutluluğun bir başka insana bağlı olsun ki. mutlu olmak, kıçımızı yıkamak kadar kendimize ait bir sorumluluk. sadece kendi çocuğununkinden sorumlu olabilirsin. -burada gülümsedi- bir başkasından seni mutlu etmesini, mutlu hissettirmesini bekleyemezsin. onunlayken kendini mutlu hissedebilirsin, o bir sürpriz yapıp sana mutluluk anları da hediye edebilir ama mutluluğun sana aittir. oy verdiğin parti, tuttuğun takım, tanrın ya da kıçın kadar sana ait. mutluluk için insanlara sırtını yaslayamazsın. bu kendine haksızlık olur. mutlu olmak senin kendi sorumluluğun. onu suçlayamazsın.” dedim.
sanırım çizgiyi aştım. haddim olmadığını biliyordum. daha masamdan kalkarken bunun haddime olmadığının farkındaydım.
biraz düşündü. küçük çantasından ıslak mendil çıkardı. sakince yanaklarını ve gözlerini temizledi. “bu adil değil” dedi. tekrar alt dudağı titredi. bu sefer göz yaşlarıyla olan savaşını kazandı. yüzüme baktı tekrar. bir yudum bira daha içti.
“nedir? kendi mutluluğundan sorumlu olmak mı?”
“hayat” dedi.
“hayatın adil olmak gibi bir derdi yok ki. aksine, hayatın tek amacı bizi öldürmek. hepsi bu. yaşamak hayata rağmen gerçekleştirdiğimiz romantik bir eylem. kazanamayacağımızı bilerek yaşıyoruz. hayattan adalet bekleyemezsin. şansın varsa, seni öldürmesi zaman alır, hepsi bu.”
“sence ne hissediyordu?”
“sevgilin mi?” diye sordum.
evet der gibi başını salladı. gözünden bir kirpik yanağına düştü. onu parmağımın ucuyla almamak için kendimle çocukça bir savaş veriyordum. kirpiği alacak, iki parmağımın arasında tutacak, alt mı üst mü, diye soracaktım. bilirse, dileği gerçek olacaktı. ama olmadı. yani haddimi o kadar aşmadım.
“eğer mutluluğunun sorumluluğunu ona bıraktıysan, yani bunu söylemene gerek yok ama bilirsin işte, artık mutlu değilim, eskisi gibi değiliz, hayatımız monotonlaştı falan diyorsan, bunun altında ezilmiştir. uzun süre kendisini suçlamıştır ama bu kazanması mümkün olmayan eski bilgisayar oyunları gibi. sadece götürebileceğin kadar uzun götürmeye çalışırsın. çözümü yoktur.”
“ama eşlerin hep birbirine destek olması beklenmez mi?”
“bilmem. beklenir mi? ne ki destek olmak? bence, biri düştüğünde kaldırmaktır. amacını kaybettiğinde sevildiğini hissettirmektir, yanındayım demektir, yalnız bırakmamaktır. peki hangi partiye oy vereceğini söylemek ya da neye inanacağını söylemek desteklemek midir? mutlu olacağı şeyler de yapılabilinir ama para kazanmak gibi düşün. mutluluk için hep onun eline bakamazsın ya." az önce çakırkeyf olan bilincimin açıldığını hissedince, biramdan büyük bir yudum içtim. devam ettim. "çünkü mutlu eden de kendinden paylaşıyordur. kendi kesesinden veriyordur. kimsede iki kişilik mutluluk yok. öyle bir bolluk yok. herkesin kendisine kadar. ve onun sana verdiği mutluluk emin ol kendinden ayırdığıdır. şimdi kendisini öldürmemek için çekip gitti işte. o yüzden senin yerinde olsaydım, onun peşinden gitmezdim. çünkü o mutluluklarını tüketmiş bir insan. iyileşmeye ihtiyacı var senin gibi. senin yerinde olsaydım, kendi sorumluluklarımı üstlenir, mutlu olmak için kimseye ihtiyaç duymazdım. kimseye mutluluk anlamı yüklemezdim. tek bir işin var, mutlu olmak. beklemek değil.”
sonra arkama yaslandım. elini uzattı. tanıştık. tekrar bu konuya geri dönmedik. birkaç bira daha içtik. hava karardı. aynı cümlenin öğelerini birkaç kez değiştirip tekrar ettim. belki onunla orada oturmaya devam edebilirdim. daha çok sarhoş olurduk. onun duymaya ihtiyacı olan cümlelerin hepsi cebimdeydi. yanımdaydı. ezberimdeydi. kullanmadım. gereği yoktu. bazı hikayeler olması gerektiği kadar yaşanıyor. görüşürüz, dedim. kalktım. dışarıda her zamanki kuru soğuk yüzünden tüm içtiğim biraların etkisi otuz saniyede yüzümden silinip gitti. çivi kadar ayıktım. az ileride bir başka bar biliyordum. içeri girdim ve bir bira söyleyip kenarda boş bir masaya oturdum. hepsi bu.