Metro North Railroad
Onu ilk gördüğümde -ve bu onu son görüşümdü- yer altında ıssız bir metro istasyonundaydım. Aslında, burası gündüzleri cehennem kadar kalabalıktır. Her yanda, bir başka treni yakalamaya çalışan insanlar, sıkışan kapılar, birbirini ittirenler, küfredenler, basık ve rutubetli havadan kaçmak istercesine çıkışı arayanlar. Her şey üstüme üstüme gelir. Kalabalık ve izbe bu insan kalabalığını yine de seviyorum. İş çıkış saatlerinde burada olmak, kalabalık bir toplu mezara girmek gibi.
Aslında dünyanın çoğu büyük kentinde mimarlar; metro duraklarına özenirler. Yani, yer altında bir galeri inşa etmek her zaman bulunmayan bir fırsat bence. Dünyadaki milyonlarca sıradan ev gibi değil. Bir katedral gibi. Bir mabet. İnsan doğasına ve duygularına bir meydan okuma. İnsanlara, yerin metrelerce aşağısında, tonlarca toprağın ve kayanın altında durduklarını unutturmanın muazzam bir çabası. Sanat ve mühendislik. Bu yüzden çok gerekmese de yüksek bir tavan yapar, her yanı aydınlatır, duvarlara süslü resimler, reklam panoları, ışıltılar koyar, tavana da belki Michalengelo'nun Sistine Şapelindeki muazzam eserini taklit edersiniz. Ama işte bu istasyon hepsinin aksine, son derece sıkıcı bir yer. Çok sayıda işçinin çalışırken öldüğü, yerine yenilerinin yarım saat içinde işe başladığı, kimsenin konuşmadığı, birbirinin yüzüne bakmadığı, günde üç vardiya çalışan makineler ve asla durmayan, karın tokluğunun biraz altında para ödeyen ve kemiklerinize kadar un ufak eden, acımasız bir fabrika gibi. Tavanı yüksek ancak kuru ve koyu renkli bir betondan ibaret. Aslında renginden bile emin değilim. İki ray hattı arasında uzanan enine yedi sekiz metrelik bir açıklık burası. Tavandan aşağı doğru sarkan beyaz ve parlak florasan lambaların ışığı tavana bile ulaşmıyor. Çoğu zaman sadece, tavan boyu uzanan gri ve paslı, ne işe yaradığını hiçbir zaman anlamadığım boru hatlarını, kabloları ve sarkan telleri falan görüyorum. Paslı bir havalandırmadan içeri küflü bir esinti vuruyor. Gündüzleri, bunu fark etmezsiniz. Sadece, trenlerin tünelden yaklaşırken önlerine kattıkları rüzgarı beklersiniz. Bir an, o rüzgar size tekrar yaşamak için bir nefeslik hava sunar. Sonra kapılar açılır ve yüzlerce farklı insan varlığımı asla fark etmeden seri adımlarla yanımdan akıp gitmeye başlar. Ortamdaki tüm temiz havanın dev bir ciğer tarafından tek seferde içine çekildiğini ve geriye hastalıklı bir nefesin salıverildiğini hissedersiniz. Ondan kaçamazsınız.
Ama işte, hafta içi geceleri unutulmuş bir mezarlık gibi olur. Sessiz. Sıradan. Terk edilmiş bir hastane, bir hatıranın arda bıraktığı asla hatırlanmaz soğuk duvarlarıdır, hepsi bu. İşte orada gördüm.
İki ray hattının iki yanında, iki tren kapalı kapıları ve sönmüş ışıklarıyla durmuş kalkış saatlerinin gelmesini bekliyorlardı. Öyle yaparlar. Sarhoşlar ve diğer bir takım gecenin insanları trenlerde yuvalanmasınlar diye. Bu karanlık ve sessizlik rahatsız edicidir ama bu yöntemin işe yaradığını söylemem gerekir. İstasyona girdiğimde, iki trenin tam ortasında, beyaz ışıkların altında sakince ayakta bekliyordu. Elinde, bir şal tutuyordu. Trenlerden birisinin karanlık camından yansıyan aksine bakıyordu. Vagonlar, öyle artarda sıralanmışlardı ki, uzun istasyonda başladıkları yeri göremiyordum. Üzerinde gri bir ceket, içinde pembeye çalan açık gri bir tişört, altında mavi, paçaları kısa bir kot pantolon, kahverengi botlarıyla, aslında hatırlanacak hiçbir şeyi yoktu. Öyle sıradandı ki, tüm sıradanlıklar anlamını yitiriyordu. En sıradan, ve tek sıradan O oluyordu. Ama işte, orada, o saate, oradaydı ve bu sıradan değildi.
Onu ilk gördüğümde -ve bu son görüşümdü- arkada bir reklam panosunda hayallere dair bir şeyler yazıyordu ama başka bir şey göremiyordum. Belki tişört pembeydi ve kabanı bir başka renkti. Ama bu istasyon -lanet olasıca- o kadar griydi ki, grilik her yeri sarıyordu. Kurtulamıyorduk. Vagonların da rengi griydi. Yerdeki beton bloklar griydi. Tüm o bilmediğim borular griydi. Saçlarının ucu griydi. Yüzü griydi. Elinde tuttuğu şal griydi. Ve her şey yavaş yavaş gride kayboluyordu.
O gün onunla orada konuşmadım. Tanışmadım. Yaklaşmadım. Hayır, onun fotoğrafını ben çekmedim. Ben insanları rahatsız etmekten çok korkarım. Tanımadığım kimseye gidip merhaba diyemem. Tanıdıklarıma da pek merhaba demem aslında. İnsanlarla nasıl tanıştığıma dair bir fikrim de yok. Sanırım bazı şeyler, oluveriyor. Hatırlamıyorsun. Fark etmeden insanlar birbirlerinin hayatlarına uğruyorlar, bir süre kalıyorlar, bazen bir ömür, sonra bazıları gidiyorlar.
Ben o saatte, o tekinsiz metro istasyonunun tekinsiz insanı olmak istemedim. Nefesimdeki alkol, saçlarımdaki yağmur damlaları, üstümde terden yağmurdan ıslak elbise kokusu, pek çok tekinsiz sözcük asılıydı görünüşümde. Bir de üzerine çarpık bir gülümseme eklensin istemedim. Arkamı döndüm. Sessizce çıktım oradan. Dışarıda yağmur yağıyordu. Gecenin bir yarısıydı. Sokak boyu tentelerin altından sessiz adımlarla yürümeye başladım. Arada sırada, bir açıklıkta kalıyor, iyiden iyiye ıslanıyordum. Bir zaman sonra, bu ıslanma beni rahatsız etmemeye başladı. Girdikçe alıştığın soğuk bir deniz gibiydi yağmur. Şehir hiçbir hikaye anlatmıyordu. O yüzden ben de bu hikayeyi anlatmak istedim.
O'nu bir daha hiç görmedim. Ne öncesinde, ne sonrasında. Ne de ben oradaydım aslında.