Uzun zamandan sonra
Kafade bir öğleden sonra, önümde kağıt ve sevdiğim bir dolma kalem. Soğuk, kurumsal bir kafeyi, diğerlerinden ne ayırır, diye sorarsanız; sanırım kimsenin kimseyi tanımıyor olmasıdır. Ya da umursamıyor olması. Kırk yıl hatırı olan kahveler, yerini kullan-at dakikalara bırakıyor. Kahvenin ya da mekanın hiç önemi kalmıyor. İnsanlar buraya, kısa süre soluklanmak, bir diğerinden hiç farkı olmayan, karakter yoksunu kahvelerini yudumlayıp, def olup gitmeye geliyorlar.
Kafe de zaten, her gün on saat çalışan emekçileri dahil, hiç kimseye bir aidiyet hissi vermeyen sıradan bir alış veriş merkezinin önemsiz bir köşesinde duruyor. Önünden arabalar ya da bir hayat değil, kredi kartı ekstreleri ve faturalarıyla, rutin tüketiciler geçiyorlar. Bu çok sıkıcı.
İçeriye farklı bir atmosfer katmanın umuduyla, yerlere eskitilmiş ahşap kaplamalar döşenmiş. Sanki kimsenin umurunda olacakmış gibi, bir metrekare etmeyen ahşap masalar, yere kalın vidalarla sabitlemiş. Yanlarında sert, ahşap sandalyeler sıralanmış. Yerden duvara dek, üzerinde kahve dükkanının logosuyla, açık kahverengi bir duvar kağıdı döşenmiş. Tavan ise, tüm alışveriş merkezinin geri kalanı gibi, simsiyah ve karanlık. Tepemizden geçen onlarca elektrik, internet ve telefon kablosu, su hatlar ve havalandırmalar, bir yaratığı hayatta tutan bağırsakları gibi. Hepsini bizden gizlemeye çalışıyorlar.
Hemen sağ çaprazımda, az ötede, geniş deri koltuklar var. Oturduğunuzda içinde kaybolduğunuz, yere yakın, konforlu, ikili koltuklar karşılıklı birbirilerine bakıyor. Aralarında alçak bir kahve sehpası. Koltuklarda tek bir kadın oturuyor. Belki kırklarının sonunda, ellilerinin başlarında. Az önce kasadan siparişimi alıp, arkalardaki masama ilerlerken gördüm kadının yüzünü. Duru, karakterli, hatta biraz soylu ve zengin bir yüz. Zengin bir yüz nasıl olur, diyeceksiniz. Üzgün, mağrur, melankolik, neşeli, gururlu, güleç, bazen pürüzsüz, bazen kırışıklıklarla, bazen makyajlı, bazen sade ama her zaman sağlıklı görünür. Sağlıklı yiyebilmek ve sağlıklı görünebilmek, yirmibirinci yüzyılda, sanırım bizden önceki her yüzyılda olduğu gibi, sadece zenginlerin sahip olabilecekleri bir imtiyazdır.
Altın sarısı parlayan ışıkların altında pırıldayan kahverengi gözleriyle, kadının asil bir duruşu var. Kumral mı, kahverengi mi ayırt edemediğim saçları -ki bu renk konularında özellikle çok kötüyümdür- siyah, bol, boğazlı kazağının omuzlarına dökülüyor. Ve ben henüz nasıl siyah pantolonuyla bacak bacak üzerine atıp telefonunda bir şeylere bakarak zaman öldürdüğünden bahsedemeden, bir anda, sanki beklediği bir şey olmuş, saati falan gelmiş gibi hızlı adımlarla kalkıp gidiyor. Yan masamda kafamı çevirip bakamadığım bir kız, son on dakikadır burnunu çekip duruyor. Keşke yanımda onu susturacak bir kağıt mendilim olsaydı. Önündeki bilgisayarda o da bir şeyler karalıyor. Benze, uzun zamandır bir şeyler yazmadığımı fark ettiğim için garipsiyorum kendimi. Oysa, bu kafede ve üst kattaki barda, üç kitap yazdım ben.
Az önceki kadının yerinde, şimdi iki Asyalı adam karşılıklı oturuyorlar.
Başımı çevirip sürekli burnunu çeken kıza bakamıyorum çünkü o tarafta kafe sona eriyor. Ona doğru kafamı çevirmenin başka bir izahatı olamaz ve ben böyle durumlardan çok utanırım. Ama burnuyla sürekli bir havuz problemi içindeki arkadaşın az önünde, aralıklarla iki genç kadın daha oturuyor.
İlki, ürkütücü derecede zayıf. Onun da önünde bir bilgisayar var. O da bir şeyler yazıyor. Ya da çalışıyor. Bilgisayarın yanında yarısı içilmiş bir bardak su. Tırnakları beyaz ojeli, simsiyah saçları dümdüz aşağı iniyor. Üzerinde beyaz bir sweat-shirt. Bilgisayarının diğer yanında, henüz dokunmadığı bir sandviç. Biliyorum. Belki biraz tuhaf ama bu saatte bu kafeye çoğunlukla bir şeyler için çalışan ya da kitap okuyan kadınlar geliyor. Orantısal olarak düşündüğümde -ki tam bu esnada kulağıma Bryan Adams - Summer of 69 çalınıyor ve bir sürü gençlik hatırasının zihnime hücum etmesiyle dağılıyorum- evet, ne diyordum? Orantısal olarak, somut gözlemlerimle düşündüğümde, kadınlar, özellikle entellektüel konularda, biz erkeklerden çok daha çalışkanlar. Onları her haftasonu bir şeylere çalışırken görüyorum. Yine de entellektüel birikim ve yetenek gerektirdiğini söylediğimiz işlerde, erkekleri daha çok görüyorsak, burada bir adaletsizliğin iliklerimize dek işlediğini ve bu koltukları kaybetmemek için bazen kasıtlı, bazen tamamen iç güdüsel, farkında bile olmadan, bu kadınlara engel olduğumuzu itiraf etmem gerekir. Çünkü bu genç kadının da yanında, altın sarısı saçlarını başının tepesinde disiplinli bir topuz yapmış, pembe ceketli ve ciddi bakışları, önünde macbook bilgisayarı ile bir başka kadın daha, sürekli yazıyor. Ne yazdığını bilmiyorum. Ekranı göremiyorum ama ICQ, MSN gibi platformları yirmi yıl geride bıraktığımızı düşünürsek, birisinin sadece anlık mesajlaşma için bir pazar öğleden sonrasında bu kafeye gelmeyeceğini varsayabilirim.
Yoruldum. Gidip üst kattaki barda bir şeyler içeceğim.